KONYAYI TANIYALIM - Yedinci Gün

Güncel haber sitesi,son dakika haberlerinden haberiniz olsun

Son Dakika Haberleri

14 Kasım 2014 Cuma

KONYAYI TANIYALIM

İlimiz çok çeşitli uygarlıklara sahne olmuş, M.Ö. 7000 yılına kadar giden bir tarihin izlerini taşımaktadır. Ören yerleri, tarihi ve doğal sit alanları, mağaraları ve sivil mimari örnekleriyle zengin bir tarihi mirasa sahiptir. Aynı zamanda Selçuklu devletine de başkentlik yapan il, Hz. Mevlana ve Nasrettin Hoca gibi dünya çapında tanınan şahsiyetlerle önemli bir turizm potansiyeline sahiptir. İl’de turizm işletme belgeli 21 tesiste 3.238, turizm yatırım belgeli 9 tesiste 1890 yatak kapasitesi mevcut olup, toplam yatak kapasitesi 5.128’dır. Bunun yanı sıra 21 turizm işletme belgeli lokanta ile 71 A grubu seyahat acentesi vardır. İl merkezinde 7 (Mevlana, Karatay Çini Eserleri, İnce Minare, Sırçalı Medrese, Atatürk, Etnografya Ve Arkeoloji Müzeleri) , ilçelerde 4 (Çatalhöyük Örenyeri müzesi, Ereğli müzesi, Akşehir batı cephesi karargâhı müzesi ve Akşehir arkeoloji müzesi) olmak üzere toplam 11 müze bulunmaktadır. 2009 yılında merkez ve ilçe müzelerini 1.709.721 kişi ziyarette bulunmuş ve bu ziyaretlerden 1 milyon 862 bin 708 TL gelir elde edilmiştir. İlimizde ulusal kültürümüzün korunduğu yazma eserler kütüphanesi olarak, bölge yazma eserler kütüphanesi ve Yusufağa yazma eserler kütüphanesi bulunmaktadır. Bu kütüphanelerde 17.815 adet el yazması, 36.719 adet matbu olmak üzere toplam 54.534 adet kitap bulunmaktadır.
KONYA TARİHİ Konya'da ve çevresinde yerleşik düzen Prehistorik (tarih öncesi) çağdan başlar. Bu çağ içinde Neolitik-Kaltolitik-Erken Bronz Çağ kültürlerini görülür. Bu çağın iskân yeri olan höyükler, Konya il sınırları içindedir. Neolitik Devre (M.Ö. 7000-5500) ait buluntular, Çatalhöyük'teki arkeolojik kazılarda meydana çıkmıştır. Bugün Konya'nın bir semtinin içinde kalan Karahöyük'te Hitit iskânı görülmektedir. Senelerdir sürdürülen arkeolojik kazılar bu çağı anlatan buluntular vermektedir. Anadolu'da Hitit egemenliğine son veren Frigler, Trakya'dan Anadolu'ya göç etmiş kavimlerdir. Alâaddin Tepesi ve Karapınar, Gıcıkışla ve Sızma gibi yerlerden elde edilen buluntular M.Ö. VII. Yüzyıla aittir. Friglerden sonra Konya (Kavania), Lidyalılar ve Büyük İskender'in istilâsına uğramıştır. Daha sonraları Anadolu'da Roma hakimiyeti sağlanınca Konya, Iconium olarak varlığını korumuştur. (M.Ö. 25) Antakya'dan Anadolu'ya çıkan Hristiyan azizlerden St.Paul, Antiochia'ya (Yalvaç) sonra Iconium'a (Konya) gelmiştir. Bu devirde Hatunsaray, Lystra-Derbeş, Laodica (Ladik) ve Sille önemli Bizans yerleşim yerleridir. İslâmiyetin Anadolu'da yayılması ile Bizans'a (İstanbul) Arap akınları başlamıştır. Emevîler ve Abbasîler, Konya üzerinden akınlar yapmışlardır. 1071 tarihindeki Malazgirt Meydan Savaşı'ndan sonra Anadolu'nun büyük bir kısmı ile beraber Konya da Selçuklular, Bizanslıların elinden alınmıştır. Anadolu Selçuklu Sultanı Süleyman Şah, 1076 yılında Konya'yı başşehir yapmıştır. 1080 yılında başkent İznik'e nakledilmiştir. I.Kılıç Arslan, 1097 yılında başşehri Konya'ya taşımıştır. Konya, 1097 tarihinden 1277 tarihine kadar aralıksız Anadolu Selçuklu Devleti'nin başşehri olarak kalmıştır. Konya, 1277 tarihinde Karamanoğlu Mehmet Bey tarafından ele geçirilmiştir. Karamanoğulları Devleti'nin egemenliğine girmiştir. Osmanlı Padişahlarından II.Murat, 1442 tarihinde Karamanoğulları hakimiyetine son vermiştir. Konya, Osmanlı Devleti zamanında şöhret ve itibarını devam ettirmiştir. Osmanlı Sultanlarından Yavuz Sultan Selim Han, Mısır ve İran seferleri sırasında Konya'da konaklamıştır. Kanunî Sultan Süleyman Han, İran, IV.Murat Han ise Bağdat seferleri sırasında Konya'da kalmışlardır. Cumhuriyet devrinde hızla büyüyen ve gelişen Konya, tarihî eserleri ile bugün açık hava müzesi görünümünde bir şehirdir. Konya Büyükşehrini oluşturan Karatay, Meram ve Selçuklu ilçelerinin toplam merkez nüfusu bir milyonu, diğer ilçe ve beldeleriyle birlikte iki milyonu aşmaktadır.
MEVLÂNA CELALEDDİN-İ RUMİ (1207-1273) Mevlâna 30 Eylül 1207 yılında bugün Afganistan sınırları içerisinde yer alan Horasan yöresinde, Belh şehrinde doğmuştur. Mevlâna'nın babası Belh şehrinin ileri gelenlerinden olup sağlığında "Bilginlerin Sultanı" ünvanını almış olan Hüseyin Hatibî oğlu Bahaeddin Veled'dir. Annesi ise Belh Emiri Rükneddin'in kızı Mümine Hatun'dur. Sultânü'l-Ulemâ Bahaeddin Veled, bazı siyasi olaylar ve yaklaşmakta olan Moğol istilası nedeniyle Belh'ten ayrılmak zorunda kalmıştır. Sultânü'l-Ulemâ 1212 veya 1213 yıllarında aile fertleri ve yakın dostları ile birlikte Belh'ten ayrıldı. Sultânü'l-Ulemâ'nın ilk durağı Nişâbur olmuştur. Nişâbur şehrinde tanınmış Mutasavvıf Ferîdüddin Attar ile de karşılaşmıştır. Mevlâna burada küçük yaşına rağmen Ferîdüddin Attar'ın ilgisini çekmiş ve takdirlerini kazanmıştır. Sultânü'l-Ulemâ Nişâbur'dan Bağdat'a ve daha sonra Kûfe yolu ile Kâbe'ye hareket etti. Hac farizasını yerine getirdikten sonra dönüşte Şam'a uğradı. Şam'dan sonra Malatya, Erzincan, Sivas, Kayseri, Niğde yolu ile Lârende'ye (Karaman) geldi. Karaman'da Subaşı Emir Musa'nın yaptırdıkları medreseye yerleşti. 1222 yılında Karaman'a gelen Sultânü'l-Ulemâ ve ailesi burada 7 yıl kaldı. Mevlâna 1225 yılında Şerefeddin Lala'nın kızı Gevher Hatun ile Karaman'da evlendi. Bu evlilikten Mevlâna'nın Sultan Veled ve Alâeddin Çelebi adında iki oğlu oldu. Yıllar sonra Gevher Hatun' u kaybeden Mevlâna bir çocuklu dul olan Kerra Hatun ile ikinci evliliğini yaptı. Mevlâna'nın bu evlilikten de Muzaffereddin ve Emir Alim Çelebi adlı iki oğlu ve Melike Hatun adlı bir kızı dünyaya geldi. Bu yıllarda Anadolu'nun büyük bir kısmı Selçuklu Devletinin egemenliği altında idi. Konya ise bu devletin başşehri idi. Konya sanat eserleri ile donatılmış, ilim adamları ve sanatkarlarla dolup taşmıştı. Kısaca Selçuklu Devleti en parlak devrini yaşıyordu ve devletin hükümdarı Alâeddin Keykubad idi. Alâeddin Keykubad, Sultânü'l-Ulemâ Bahaeddin Veled'i Karaman'dan Konya'ya davet etti ve Konya'ya yerleşmesini istedi. Bahaeddin Veled, sultanın davetini kabul etti ve Konya'ya 3 Mayıs 1228 yılında ailesi ve dostları ile geldi. Sultan Alâeddin onu muhteşem bir törenle karşıladı ve ona ikametgâh olarak Altunapa (İplikçi) Medresesi'ni tahsis etti. Sultânü'l-Ulemâ, 12 Ocak 1231 yılında Konya'da vefat etti. Mezar yeri olarak Selçuklu Sarayı'nın Gül Bahçesi seçildi. Günümüzde müze olarak kullanılan Mevlâna Dergâhı'na bugünkü yerine defnedildi. Sultânü'l-Ulemâ ölünce talebeleri ve müridleri bu defa Mevlâna'nın çevresinde toplandılar. Mevlâna'yı babasının tek varisi olarak gördüler. Gerçekten de Mevlâna büyük bir ilim ve din bilgini olmuş, İplikçi Medresesi'nde vaazlar veriyordu. Medrese kendisini dinlemeye gelenlerle dolup taşıyordu. Mevlâna 15 Kasım 1244 yılında Şems-i Tebrizî ile karşılaştı. Mevlâna Şems'te "mutlak kemâlin varlığını" cemalinde de "Tanrı nurlarını" görmüştü. Ancak beraberlikleri uzun sürmedi. Şems aniden öldü. Mevlâna Şems'in ölümünden sonra uzun yıllar inzivaya çekildi. Daha sonraki yıllarda Selâhaddin Zerkubi ve Hüsameddin Çelebi, Şems-i Tebrizî'nin yerini doldurmaya çalıştılar. Yaşamını "Hamdım, piştim, yandım" sözleri ile özetleyen Mevlâna 17 Aralık 1273 pazar günü Hakk'ın rahmetine kavuştu. Mevlâna'nın cenaze namazını vasiyeti üzerine Sadrettin Konevi kıldıracaktı. Ancak Sadreddin Konevi çok sevdiği Mevlâna'yı kaybetmeye dayanamayıp cenazede bayıldı. Bunun üzerine Mevlâna'nın cenaze namazını Kadı Siraceddin kıldırdı. Mevlâna ölüm gününü yeniden doğuş günü olarak kabul ediyordu. O öldüğü zaman sevdiğine, yani Allah'ına kavuşacaktı. Onun için Mevlâna ölüm gününe düğün günü veya gelin gecesi manasına gelen "Şeb-i Arûs" diyordu ve dostlarına ölümünün ardından ah-ah, vah-vah edip ağlamayın diyerek vasiyet ediyordu. MESNEVİ Mesnevi klasik doğu edebiyatında, bir şiir tarzının adıdır. Edebiyatta aynı vezinde ve her beyti kendi arasında ayrı ayrı kafiyeli nazım türüne Mesnevi adı verilmiştir. Uzun sürecek konular veya hikayeler şiir yoluyla anlatılmak istendiğinde, kafiye kolaylığı nedeniyle mesnevi türü tercih edilirdi. Mesnevi her ne kadar klasik doğu şiirinin bir türü ise de, "Mesnevi" denildiği zaman akla "Mevlâna'nın Mesnevi'si" gelmektedir. Mevlâna Mesnevi'yi Hüsameddin Çelebi'nin isteği üzerine yazmıştır. Kâtibi Hüsameddin Çelebi'nin söylediğine göre, Mevlâna, Mesnevi beyitlerini Meram'da gezerken, oturuken, yürürken, hatta semâ ederken söylermiş. Çelebi Hüsameddin de yazarmış. Mesnevi'nin dili Farsça'dır. Halen Mevlâna Müzesi'nde teşhirde bulunan 1278 tarihli, elde bulunulan en eski Mesnevi nüshasına göre beyit sayısı 25618 dir. Mesnevi'nin Vezni: Fâ i lâ tün - fâ i lâ tün - fâ i lün 'dür. Mevlâna 6 ciltlik Mesnevi'sinde tasavvufi fikir ve düşüncelerini, birbirine ulanmış hikayeler halinde anlatmaktadır. DÎVÂN-I KEBİR Divân şairlerinin şiirlerini topladıkları deftere denir. "Divân-ı Kebir "Büyük Defter" veya "Büyük Divân" manasına gelir. Mevlâna'nın çeşitli konularda söylediği şiirlerin tamamı bu divandadır. Divân-ı Kebir'in dili Farsça olmakla beraber, içinde Arapça, Türkçe ve Rumca şiire de yer verilmiştir. Divân-ı Kebir 21 küçük divân (Bahir) ile rubâî divânının bir araya getirilmesi ile oluşmuştur. Divân-ı Kebir'in beyit sayısı 40.000'i aşmaktadır. Mevlâna Divân-ı Kebir'deki bazı şiirlerini Şems Mahlası ile yazdığı için bu divâna Divân-ı Şems de denmektedir. Divânda yer alan şiirler vezin ve kafiyeler göz önüne alınarak düzenlenmiştir. MEKTÛBÂT Mevlâna'nın başta Selçuklu hükümdarlarına ve devrin ileri gelenlerine nasihat için, kendisinden sorulan ve halli istenilen dini ve ilmi konularda açıklayıcı bilgiler vermek için yazdığı 147 adet mektuptur. Mevlâna bu mektuplarında, edebi mektup yazma kaidelerine uymamış, aynen konuştuğu gibi yazmıştır. Mektuplarında "kulunuz, ben deniz"gibi kelimelere hiç yer vermemiştir. Hitaplarında mevki ve memuriyet adları müstesna, mektup yazdığı kişinin aklına, inancına ve yaptığı iyi işlere göre kendisine hangi hitap tarzı yakışıyorsa, onu kullanmıştır. FÎHİ MÂ FİH Fîhi Mâ Fih "Ne varsa içindedir" manasına gelmektedir. Bu eser Mevlâna'nın çeşitli meclislerde yaptığı sohbetleri içermektedir. Bunların oğlu Sultan Veled tarafından bir kitapta toplandığı sanılmaktadır. Eser 61 bölümden oluşmaktadır. Bu bölümlerden bir kısmı, Selçuklu Veziri Süleyman Pervane'ye hitaben kaleme alınmıştır. Eserde bazı siyasi olaylara da değinilmiştir. Bu nedenle bu eser tarihi açıdan da büyük bir önem taşımaktadır. Eserde cennet ve cehennem, dünya ve ahiret mürşid ve mürid, aşk ve sema gibi konular işlenmiştir. MECÂLİS-İ SEB'A (YEDİ MECLİS) Mecâlis-i Seb'a adından da anlaşılacağı üzere Mevlâna'nın yedi meclisinin, yedi vaazının toplanmasından meydana gelmiştir. Mevlâna'nın vaazları, Çelebi Hüsameddin veya oğlu Sultan Veled tarafından not edilmiş ancak özüne dokunulmamak kaydı ile eklentiler yapılmıştır. Eserin düzenlenmesi yapıldıktan sonra, Mevlâna'nın tashihinden geçmiş olması kuvvetle muhtemeldir. Şiiri amaç değil, fikirlerini söylemede bir araç olarak kabul eden Mevlâna, yedi meclisinde şerh ettiği hadisleri şu konulara ayırmıştır: 1. Doğru yoldan ayrılmış toplumların hangi yolla kurtulacağı 2. Suçtan kurtuluş, akıl yolu ile gafletten uyanış 3. İnanç'daki kudret 4. Tövbe edip doğru yolu bulanların Allah'ın sevgili kulu olacakları 5. Bilginin değeri 6. Gaflete dalış 7. Aklın önemi Bu yedi mecliste, asıl şerh edilen hadiselerle beraber 41 hadis daha geçmektedir. Mevlâna tarafından seçilen her hadis içtimaidir. Mevlâna, yedi meclisinde her bölüme "hamd-ü sena" ve "münacat" ile başlamakta, açıklanacak konuları ve tasavvufi görüşlerini hikaye ve şiirlerle cazip hale getirmektedir. Bu yol Mesnevi'nin yazılışında da aynen kullanılmıştır.
Hazreti Mevlâna Müzesi [ Önceki Sayfa ] Bugün müze olarak kullanılmakta olan Mevlâna Dergâhı'nın yeri, Selçuklu Sarayı'nın Gül Bahçesi iken bahçe, Sultan Alâeddin Keykubad tarafından Mevlâna'nın babası Sultânü'l-Ulemâ Bâhaeddin Veled'e hediye edilmiştir. Sultânü'l-Ulemâ 12 Ocak 1231 tarihinde vefat edince türbedeki bugünkü yerine defnedilmiştir. Bu defin gül bahçesine yapılan ilk defindir. Sultânü'l-Ulemâ'nın ölümünden sonra kendisini sevenler Mevlâna'ya müracat ederek babasının mezarının üzerine bir türbe yaptırmak istediklerini söylemişlerse de Mevlâna "Gök kubbeden daha iyi türbe mi olur" diyerek bu isteği reddetmiştir. Ancak kendisi 17 Aralık 1273 yılında vefat edince Mevlâna'nın oğlu Sultan Veled Mevlâna'nın mezarı üzerine türbe yaptırmak isteyenlerin isteklerini kabul etmiştir. "Kubbe-i Hadra" (Yeşil Kubbe) denilen türbe dört fil ayağı (kalın sütun) üzerine 130.000 Selçukî dirhemine Mimar Tebrizli Bedrettin'e yaptırılmıştır. Bu tarihten sonra inşaî faaliyetler hiç bitmemiş 19. yüzyılın sonuna kadar yapılan eklemelerle devam etmiştir. Mevlevî Dergâhı ve Türbe 1926 yılında "Konya Âsâr-ı Âtîka Müzesi" adı altında müze olarak hizmete başlamıştır.1954 yılında ise müzenin teşhir ve tanzimi yeniden gözden geçirilmiş ve müzenin adı "Mevlâna Müzesi" olarak değiştirilmiştir. Müze alanı bahçesi ile birlikte 6.500 m² iken, yeri istimlak edilerek Gül Bahçesi olarak düzenlenen bölümlerle birlikte 18.000 m²ye ulaşmıştır. Müzenin avlusuna "Dervîşân Kapısı" ndan girilir. Avlunun kuzey ve batı yönü boyunca derviş hücreleri yer almaktadır. Güney yönü, matbah ve Hürrem Paşa Türbesi'nden sonra, Üçler Mezarlığı'na açılan Hâmûşân (Susmuşlar) Kapısı ile son bulur. Avlunun doğusunda ise Sinan Paşa, Fatma Hatun ve Hasan Paşa türbeleri yanında semahane ve mescit bölümleri ile Mevlâna ve aile fertlerinin mezarlarının da içerisinde bulunduğu ana bina yer alır. Avluya Yavuz Sultan Selim'in 1512 yılında yaptırdığı üzeri kapalı şadırvan ile "Şeb-i Arûs" havuzu ve avlunun kuzey yönünde yer alan selsebil adı verilen çeşme, ayrı bir renk katmaktadır. Tilâvet Odası Tilâvet Arapça bir kelime olup,Kur'an-ı Kerim'i güzel sesle ve usulüne uygun olarak okuma anlamına gelir. Geçmişte bu oda da Kur'an-ı Kerim okunulduğu için buraya tilâvet odası denmiştir. Halen Hat Dairesi olarak kullanılmaktadır. Hat Dairesi'nde Mahmud Celaleddin, Mustafa Rakım, Hulusi, Yesarizâde gibi devirlerinin meşhur hattatlarının levhaları yanında, Sultan II. Mahmud'un yazdığı altın kabartma bir levha da yer almaktadır. Gümüş kapı üzerinde teşhir edilmekte olan Yesarizâde Mustafa İzzet Efendi'nin hattı ile yazılmış olan Molla Cami'ye ait Farsça beyitte şöyle denilmektedir. Kabetü'l-uşşâk bâşed in mekam Her ki nakıs amed incâ şod temam (Bu makam aşıkların kâbesi oldu. Buraya noksan gelen tamamlanır) Huzûr-ı Pîr (Türbe) Türbe salonuna Sokullu Mehmet Paşa'nın oğlu Hasan Paşa'nın 1599 yılında yaptırdığı gümüş kapıdan girilir. Burada bulunan iki vitrin içerisinde Mevlâna'nın meşhur eserlerinden Mesnevi'nin, Divân-ı Kebir'in en eski nüshaları sergilenmektedir. Türbe salonunu üç küçük kubbe örter. Üçüncü kubbeye post kubbesi de denilir ve yeşil kubbeye kuzey yönünden bitişiktir. Türbe salonu doğuda, güneyde ve kuzeyde yüksekçe bir set ile çevrilir. Kuzeyde iki parça halinde yer alan yüksek setlerde 6 Horasan erinin sandukaları yer almaktadır. Horasan erlerinin hemen ayak ucunda ise İlhanlı Hükümdarı Ebû Said Bahadır Han için yapılmış nisan tası sergilenmektedir. "Ya olduğun gibi görün Ya göründüğün gibi ol" Hz. Mevlâna "Gel, Gel, ne olursan ol, gel! İster kâfir, ister mecûsî, ister puta tapan ol, gel! Bizim dergâhımız ümitsizlik dergâhı değildir. Yüz kerre tövbeni bozmuş olsan da yine gel!" Hz. Mevlâna Türbe salonunu doğuda ve güneyde çevreleyen yüksekçe set üzerinde ise Mevlâna ve babası Bahaeddin Veled'in soyundan gelme, 10'u hanımlara ait olmak üzere 55 adet mezar ile, Hüsameddin Çelebi, Selâhaddin Zerkûbî ve Şeyh Kerimüddin gibi Mevlevîlikte makam sahibi olmuş 10 kişiye ait toplam 65 mezar bulunmaktadır. Hanımlara ait mezarların üzerinde yer alan sandukalara sikke konulmamıştır. Yeşil kubbenin tam altında Mevlâna'nın ve oğlu Sultan Veled'in mezarları yer almaktadır. Mezarların üzerindeki iki bombeli mermer sandukayı 1565 yılında Kanunî Sultan Süleyman yaptırmıştır. Sandukaların üzerinde yer alan altın sırma tellerle işlenilmiş Pûşîde ise Sultan Abdülhamid II. tarafından 1894 yılında yaptırılmıştır. Halen Mevlâna'nın babası Bahaeddin Veled'in mezarı üzerinde bulunan ve bazı kişilerin "oğlu gelince babası ayağa kalkmış" dedikleri ahşap sanduka ise, bir Selçuklu şaheseri olup, 1274 yılında Mevlâna için yaptırılmıştır. Kanunî, Mevlana ve oğlu Sultan Veled'in mezarları üzerine 1565 yılında yeni bir mermer sanduka yaptırınca, ahşap sanduka buradan kaldırılmış ve sandukası olmayan Mevlâna'nın babasının mezarının üzerine konulmuştur. Semâhâne Semâhâne bölümü, mescid bölümü ile birlikte XVI. yüzyılda Kanunî Sultan Süleyman tarafından yaptırılmıştır. Semâhâne'de semâ, 1926 yılında dergâh müze oluncaya kadar devam etmiştir. Semâhâne'de yer alan naat kürsüsü ve müzisyenlerin oturdukları mutrib hücresi ile erkekler ve hanımlara ait mahfiller orijinal halleri ile korunurken, Semâhâne'nin uygun duvarlarında tarihi halılar ve yine vitrinler içerisinde madeni ve ahşap eserlerle Mevlevî musiki aletleri sergilenmektedir. Mescid Mescide çerağ kapısından girilir. Ayrıca mezarların bulunduğu huzûr- pîr ve semâhâne bölümlerinden de birer küçük kapı ile geçişler vardır. Bu bölümde müezzin mahfili ve mesnevîhân kürsüsü orijinal halleriyle muhafaza edilmektedir. Mescidin güney duvarı üzerinde çok değerli halı ve ahşap kapı numuneleri sergilenirken, Mescid içerisine serpiştirilen 10 adet vitrinde de çok değerli cilt, hat ve tezhip numuneleri sergilenmektedir. Halı Kumaş Bölümü - Derviş Hücreleri Mevlâna Dergâhı'nın ön avlusunun batı ve kuzey yönünü çevreleyen, her birinde birer küçük kubbe ve baca bulunan 17 hücre bulunmaktadır. Bu hücreler Padişah III. Murat tarafından 1584 yılında dervişlerin ikameti için yaptırılmıştır. Bu hücrelerden giriş kapısının sağında kalan dört hücre, halen gişe ve idare binası olarak kullanılmaktadır. Girişin solunda kalan 13 hücrenin baştan iki tanesi postnişîn ve mesnevîhân hücresi olarak, orijinal eşyaları ile teşhir edilmiştir. En sondaki iki hücre ise değerli kitap koleksiyonlarını müzemize hediye eden Rahmetli Abdülbakî Gölpınarlı ile Dr. Mehmet Önder'in kitaplarına tahsis edilmiştir. Halen kütüphane olarak hizmet vermektedir. Diğer 9 hücrenin ara duvarları kaldırılarak birbirine bağlı iki büyük koridor elde edilmiştir. Bu koridorlardan birinde ülkemizin Kula, Gördes, Uşak, Kırşehir gibi yörelerine ait tarihi halıları, diğer koridorda ise Konya İli'ne bağlı, Ladik, Karaman, Karapınar, Sille gibi yörelerde dokunmuş tarihi halılar sergilenmektedir. Bu hücrelerin koridora açılan pencere ve kapı boşluklarına yapılan vitrinlerde ise Mevlevî etnografyasına ait pazarcı maşası, mütteka, nefîr gibi dergâhtan müzeye nakledilen tarihi nitelikteki eşyalarla, müze koleksiyonunda yer alan son derece değerli Bursa kumaşları sergilenmektedir. Matbah Bölümü Matbah müzenin güneybatı köşesinde yer alır. 1584 yılında Sultan III. Murat tarafından yaptırılmıştır. Dergâhın müzeye dönüştürülüğü 1926 yılına kadar yemek ihtiyacı burada karşılanıyordu. 1990 yılında yapılan onarımlardan sonra bu bölümün teşhir ve tanzimi mankenler ile yeniden yapılmıştır. Matbahın asıl işlevi olan yemek pişirme ve somat denilen sofrada yemek yeme adabı mankenlerle anlatılmaya çalışılmıştır. Matbahın diğer işlevlerinden olan Nev-ni-yâz denilen Mevlevî aday adayı saka postu üzerinde otururken, semâ talim çivisi yanında ise semâ dedesinin can tabir edilen Mevlevî derviş adayına semâ talim ettirişi anlatılmaya çalışılmıştır.
Mevlana ve Mevlevilik [ Önceki Sayfa ] Mevlevilik; tamamen sevgi ve hoşgörü üzerine kurulmuş bir müessesedir. Hazreti Mevlâna, yaradana gönül veren, bütün dünyadaki yaratıkları yaradandan ötürü sevmeyi ve bizlere sevgiden söz etmeyi öğreten bir aşk piridir. Denizi bir testiye dökersen ne kadar alır? Bir günün kısmetini İşte deniz nasıl testiye kabın genişliği kadar sığarsa Mevlâna da kelime kalıplarına ve bizim idrakimize, istidadımız nisbetinde sığar. Zaten Mevlâna en kuvvetli, en üstün idrakin de ötesindedir. Aşık ol aşık, aşkı seç ki sen de seçilmiş bir insan olasındiye seslenir. Kendi varlığından geçerek Allah’ta fani olmak; yani Allah’a tam bir gönül bağlamak Allah’a giden en kısa yoldur. Gönlünü Hakk’a vermiş bir insanın artık kendi benliği kalmamıştır. Onun her zerresinden işleyen Allah’tır. Böylece o kişi nefsine uyup başkasına zarar verecek kötü işlerde bulunmaz. Allah ahlakına bürünmüştür. Hz. Muhammed ve Hz. Mevlâna bize bu vasıflarıyla örnek olmuşlardır. Mevlâna cihana sığmayan hudutsuz bir varlıktır. Güzeli, doğruyu, iyiyi, aşkı, hakikati arayanlara müjdeler veren lâhudî sestir. Zulmette kalanlara teselli sunan Rahmani sedadır. Ayrılıktan inleyenlere şifa bahşeden devalı nefestir. İnsana insanı öğretendir. Her şeyin insanda olduğunu ve tüm evrenin insanın emrine verildiğini öğretendir. Mevlâna büyük bir Hak aşığıdır. Aşkın efendisidir. Aşkta yok olmuştur. Bizzat aşktır. Aşkın ne olduğunu soranlara; "Benim gibi ol da bil, ister nur olsun, ister karanlık, o olmadıkça, onu tamamiyle bilemezsin." buyurur. İnsan düşüncesine yepyeni bir mesaj veren ve İslam düşünürlerinin fikir ve sistemlerini, inanç akidelerini ruh, akıl ve sevgi üçgeni içinde sunan, insanlığa ahlak, din, ilim ve akıl yolunda heyecan katarak yeni ufuklar açan Mevlâna Celâleddin-i Rûmi, müstesna yüce bir varlık, ilahi bir ışık, manevi bir güneştir. Onun insan düşüncesine verdiği en büyük mesaj Aşk, Sevgi ve Birliktir. O, bir veli hüviyetiyle gönüller coşturmuş, bir pir, bir mürşid olan insan aklını nur ile yıkamış, akıl ve gönülleri kirden ve ikilikten kurtarmış ve temizlemiştir. O, hiçbir şeyi inkar etmez, ama her şeyi birleştirir, bütünleştirir ve sevdirir. O kimseyi ayrı görmez; Çünkü O, herşeyin Allah’ın zuhur ve tecellisi olduğunu bilir ve bunu gönlüne ve insan aklına hâl olarak yansıtır. Mevlâna, aziz ve yüce bir üstattır. Tek başına bir sistemdir, bir hayat ve düzendir. Ahlakı, ilmi, hikmeti, sevgisi, aklı, tavrı, idraki, davranışları ve herşeyi ile yüceliği öğreten bir HAL ABİDESİ’dir. Peygamber’in gerçek temsilcisi, aşkın ve aklın en yüksek öğesi ve gerçeğidir. İnsan yaratılmışların en şereflisidir düsturuyla; her dilden, her dinden, her renkten insanı kucaklayan Hz. Mevlâna sevginin, barışın, kardeşliğin, hoşgörünün sembolüdür.
HAZRETİ MEVLÂNA'NIN VUSLAT YILDÖNÜMÜ ULUSLARARASI ANMA TÖRENLERİ Törenler, 7 - 17 Aralık 2013 tarihleri arasında Konya'da Mevlâna Kültür Merkezinde icra ediliyor
NASREDDİN HOCA Türk halk bilgesi. Halk dilinde, duygu ve inceliği içeren, gülmece türünün öncüsü olmuştur. Sivrihisar'ın Hortu yöresinde doğdu, Akşehir'de vefat etti. Babası Hortu köyü imamı Abdullah Efendi, annesi aynı köyden Sıdıka Hatun'dur. Önce Sivrihisar'da medrese öğrenimi gördü. Babasının ölümü üzerine Hortu'ya dönerek köy imamı oldu. 1237'de Akşehir'e yerleşerek, Seyyid Mahmud Hayrani ve Seyyid Hacı İbrahim'in derslerini dinledi. İslam diniyle ilgili çalışmalarını sürdürdü. Kendisine Nasuriddin Hâce adı verilmiş, sonradan bu ad Nasreddin Hoca biçimini almıştır. Onun yaşamıyla ilgili bilgiler, halkın kendisine olan aşırı sevgisi yüzünden, söylentilerle karışmış, yer yer olağanüstü nitelikler kazanmıştır. Nasreddin Hoca'nın değeri, yaşadığı olaylarla değil, gerek kendisinin, gerek halkın onun ağzından söylediği gülmecelerdeki anlam, yergi ve alay öğelerinin inceliğiyle ölçülür. Onun olduğu ileri sürülen gülmecelerin incelenmesinden, bunlarda geçen sözcüklerin açıklanışından anlaşıldığına göre o, belli bir dönemin değil Anadolu halkının yaşama biçimini, güldürü öğesini, alay ve eğlenme türünü, övgü ve yergi becerisini dile getirmiştir. Onunla ilgili gülmeceleri oluşturan öğelerin odağı sevgi, yergi, övgü, alaya alma, gülünç duruma düşürme, kendi kendiyle çelişkiye sürükleme, çok ince ve iğneli bir söyleyişle yumuşaklığı yeğlemedir. O, bunları söylerken bilgin, bilgisiz, açıkgöz, uysal, vurdumduymaz, utangaç, atak, şaşkın, kurnaz, korkak, atılgan gibi çelişik niteliklere bürünür. Özellikle karşısındakinin durumuyla çelişki içinde bulunma, gülmecelerinin egemen öğesidir. Bu öğeler Anadolu insanının, belli olaylar karşısındaki tutumun yansıtan, düşünce ürünlerini oluşturur. Nasreddin Hoca, halkın duygularını yansıtan bir gülmece odağı olarak ortaya çıkarılır. Söyletilen kişi, söyletenin ağzını kullanır, böylece halk Nasreddin Hoca'nın diliyle kendi sesini duyurur. Nasreddin Hoca, bütün gülmecelerinde, soyut bir varlık olarak değil, yaşanmış, yaşanan bir olayla, bir olguyla bağlantılı bir biçimde ortaya çıkar. Olay karşısında duyulan tepkiyi ya da onayı gülmece türlerinden biriyle dile getirir. Tanık olduğu olaylar genellikle halk arasında geçer. Hoca, saray çevresinde bulunanların aralarına ya çok seyrek girer ya da hiç girmez. Nasreddin Hoca gülmecelerinde dile gelen, onun kişiliğinde, halkın duygularını yansıtan başka bir özellik de eşeğin yeridir. Hoca eşeğinden ayrı düşünülemez. Onun taşıtı, bineği olan eşek gerçekte bir yergi ve alay öğesidir. Anadolu insanının oluşturduğu gülmece ürünlerinde atın yeri yoktur denilebilir. Eşek, acıya, sıkıntıya, dayağa, açlığa katlanışın en yaygın simgesidir. Soyluların, sarayların çevresinde üretilmiş gülmecelerde eşek bulunmaz, oysa at geniş bir yer tutar. Gülmecede güldürücü öğe ile yerici öğe yanyana getirilir. Bunun örneği de kendisinden eşeği isteyen köylüye, "eşek evde yok" deyince ahırda onun anırmasını duyan köylünün "işte eşek ahırda" diye diretmesi karşısında, Hocanın "eşeğin sözüne mi inanacaksın benimkine mi" demesidir. Nasreddin Hoca'nın etkisi bütün toplum kesimlerine yayılmış, "İncili Çavuş", "Bekri Mustafa", "Bektaşi" gibi çok değişik yörelerin duygularını yansıtan gülmece türlerinin doğmasına olanak sağlamıştır.
Hoca bir gece, tam uyumak üzereymiş ki, damda bir hırsızın gezindiğini duymuş. Hemen hanımını uyandırmış. Yüksek sesle: -Hanım, geçen gece eve geldiğim zaman sen derin bir uykudaydın. Benim geldiğimi duymadın. Ben de kapıyı bir müddet çaldım. Seni uyandıramayacağımı anlayınca içimden bir dua okudum. Ayın ışığına da tutunup evden içeri girdim. Hatırladın değil mi? Hanımı, Hoca'ya hangi duayı okuduğunu sormuş, Hoca da söylemiş. Bu sırada hırsız da bacadan içerisini dinlemekteymiş. Hoca'nın okuduğu duayı ezberleyip tekrarlamış. Ardından da ayı ışığına tutunup içeri girmeye çalışmış. Derken palas pandıras damdan aşağı yuvarlanmış. Hoca, gürültüyü duyunca karısına: -Çabuk bir mum getir. Hırsızı yakalayalım. Vücudu hurda haline gelen hırsız, Hoca'nın bu sözlerini duymuş. Yattığı yerden: -Hoca efendi, hiç acele etme! O dua sende, bu akıl da bende varken, ben buradan öyle kolay kolay kalkıp da bir yere gidemem. :)
MEKE GÖLÜ Karapınar'ın 8, Hotamış'ın 30 km. güney doğusundadır. Dünyada benzeri olmayan zeminde çift patlama ile oluşmuş bir krater gölüdür. Panoramik görüntüsü, jeolojik yapısı ve bölgede yaşayan kuşlar ile bir harikadır. Ayrıca bölgede Acı Göl, Çıralı Göl, Meyil Gölü gibi görülmeye değer krater gölleri bulunmaktadır. Göl ve birincil krater çukurunun uzunluğu 800 m, genişliği 500 m dir. 12 metre derinliğindedir. 5 milyon yıl önce (Pleistosen çağda) volkanik patlama sonucu oluşan bu krater (piroklastik koni), zamanla suyla dolarak göle dönüşmüş ve daha sonra, günümüzden 9000 yıl önce ikinci bir volkanik patlama ile gölün ortasındaki ikinci volkan konisi oluşmuş, zamanla o da suyla dolarak ikinci bir göle dönüşmüştür. Meke Gölü deniz seviyesinden 981 m yüksekliktekidir. Ana Meke'nin ortasında bulunan ve su seviyesinden 50 m yükseklikte olan volkan konisindeki göl 25 m derinliktedir ve suyu tuzludur. Adayı oluşturan volkanik kütlenin yapısı, en şiddetli yağmurları bile hemen emecek yeteneğe sahiptir. Meke'nin biçiminin binyıllardır bozulmamasının nedeni budur Ama son yıllarda Konya havzası'ndaki yeraltı sularının bilinçsiz tüketimi yüzünden yaz aylarında tamamem kurumaktadır. Ayrıca Özel Kuş Alanıdır. Göçmen kuşların Türkiye üzerinde mola verdiği nadir doğa harikalarımızdan biridir. Ne yazık ki kurumaya yüz tutmuştur.
ÇATALHÖYÜK Konya'nın Çumra ilçesi sınırlarında Küçükköy mevkiindedir. Dünya'daki en önemli arkeolojik alanlardan biridir. Tarihi M.Ö. 7000-8000 yıllarına kadar uzanan Çatalhöyük, insanlık tarihinin ilk yerleşim, ilk ev mimarîsi ve ilk kutsal yapılarına ait özgün buluntular ile dönemin sosyal hayatı hakkında önemli bilgiler vermektedir. 1993 yılında arkeolojik kazılar yeniden başlatılmış olup, bulunan eserler Konya Arkeoloji Müzesi'nde sergilenmekte; kazı çalışmaları hâlen devam etmektedir.
ALAADDİN CAMİİ Câmi, en eski Selçuklu eserlerinden olup, Alâaddin Tepesi üzerinde inşa edilmiştir. Selçuklu Sultanı I.Rükneddin Mesud (1116-1156) zamanında yapımına başlanmış ve I.Alâaddin Keykubad zamanında tamamlanmıştır (1221). Câmi avlusunda I.Mesud, Kılıç Arslan, II.Rükneddin Süleyman, I.Gıyâseddin Keyhüsrev, I.Alâaddin Keykubad, II.Gıyâseddin Keyhüsrev, IV.Kılıç Arslan ve III.Gıyâseddin Keyhüsrev'in mezarları bulunmaktadır. Selçuklu Sarayı’nın yakınında yapılan bu caminin kuzeye açılan kapısı üzerindeki dört satırlık kitabesinden Sultan Alâeddin Keykubat tarafından tamamlandığı yazılıdır. Bunun sağ tarafındaki mermer üzerine iki satırlık kitabede ise mimarının Dımaşklı Mehmet bin Havlan, mütevellisinin de Atabeg Ayaz olduğu yazılıdır. Caminin cümle kapısı üzerindeki üç satırlık Arapça kitabede de Sultan Alâeddin Keykubat zamanında, 1220’de Atabeg Ayaz’ın kontrolünde tamamlandığı yazılıdır. Beş satır halindeki bir diğer kitabede de caminin yapımına Sultan I.Keykavus’un emri ile 1219’da Atabeg Ayaz kontrolünde başlandığı yazılıdır. Giriş kapısının sağındaki bir başka dört satırlık Arapça kitabede ise cami ile türbenin Kılıçarslan’ın oğlu Sultan Keyhüsrev’in oğlu Alâeddin Keykubat’ın 1219 yılında Atabeg Ayaz kontrolünde yapılmasını emrettiği yazılıdır. Giriş kapısının kemeri üzerindeki yuvarlak bir çini panonun içerisinde de iki Arapça yazı bulunmaktadır. Bunlarda Sultanın unvanları belirtilmiş ve diğer yazıda da 1220 yılında Kerimüddin Erdişah tarafından yapıldığı yazılmıştır. Kerimüddin Erdişah’ın kim olduğu ve ne gibi görevlerde bulunduğu bilinmemektedir. Bu kitabelerden başka caminin batı duvarında iki kitabe daha bulunmaktadır. Bunların her ikisinde de Sultan Alâeddin’in ismi Keykubat olarak geçmektedir. Doğu tarafındaki kapı üzerinde de Konya Valisi Sururi Paşa tarafından 1889-1890 yılında Sultan II.Abdülhamid’in fermanı ile harap durumda olan ve bazı yerleri yıkılmış olan caminin onarıldığı yazılıdır. Cami içerisindeki ahşap minberin kitabesinde de Sultan I.mesut ile oğlu II.Kılıçarslan’ın isimleri ve minberi yapan usta Ahlatlı Hacı Mengüberti’nin isimleri yazılıdır
TINAZTEPE MAĞARASI Tınaztepe mağaraları, Seydişehir, Konya'da yer alan mağaradır. Toplam uzunluğu 1580 metredir. Sonundaki 30 metrelik iniş dışında tamamen yatay özellikte bir mağaradır. 1968 yılında bulunmuştur ve mağaraların tıbbi araştırmasını yaparak astım hastalığı için doğal bir tedavi ortamı olduğunu belirtmiştir. 1970 yılında Fasıl boğazı ve Tınaztepe mağaralarının irtibatları keşfedilmiş ve buranın yer altı göllerinin 22 km uzunluğunun olduğunu tespit edilmiştir. Tınaztepe Mağarası, araştırmalara göre yaklaşık 230 milyon yıl gibi uzun bir süreçte meydana gelmiştir. Mağaranın iç kısımlarında ayrıca taban –tavan arası yükseklik farkının 65 metreye çıktığı yerler görülmektedir. Bölgede akdeniz iklimi ile karasal iklim arası geçiş arz eden bir iklim hüküm sürer. En yüksek sıcaklık 36,5 °C en düşük sıcaklık –18,4 °C olarak ölçülmüştür. Tınaztepe Mağarası ve çevresi karışık jeolojik ve jeomorfolojik bir değişim geçirmiştir. Oligosen ve Miyosen dönemine ait alpin dağ oluşumlarıyla bugünkü tektonik konumlarına ulaşan bölgede genç ve yaşlı birimlerin içiçe olduğu görülmektedir. Giden gelmez dağlarının kuzeyinde bulunan Tınaz dağı,komprehensif serinin en üs katını oluşturan Eosen Yaşlı Nümmülitli kireç taşlarından meydana gelmiştir. Tınaztepe Mağarasının bulunduğu bölgede üst seviyelerde kiltaşı- kumtaşı- marn ve konglomera ardalanmasından oluşan fliş ile birlikte ofiyolitik karakterli kayaçlarda yer almaktadır. Tınaztepe Mağarasının gelişmesinde eğim atımlı normal faylar etkili olmuştur. Bu iki eğim atımlı normal fayların arasında kalan alan graben durumundadır. Mağaralar oldukça çok saf üst kretase kireç taşları içerisinde yer alıp, kapalı havza durumundaki boşalım sahasının geçirdiği morfolojik dönem sayısı, mağaranın altında ve üstünde yer alan basamak şeklindeki düzlükler ve buralardaki fosil mağaralardan çıkarılabilir. Mağara içerisinde eski taban seviyesi izleri taraça şeklindedir. Bu taraçalar ile bugünkü taban arasında 5-7 metre seviye farkı tespit edilmiştir. Eski tabanın çökemediği yerlerde doğal köprüler oluşmuştur. Mağara tabanı; girişte toprak,bazı yerlerde blok ve konglomeralar (Paleozoik ve Kretaşe Yaşlı) ile kaplıdır. Suların mağara içerisinde hareket ettikleri yerlerde kalker tüfleri ; tavan ve yan taraflardaki çatlaklardan sızan sularla çok güzel travertenler, sarkıt ve dikitler oluşmuştur. Mağaranın son kısmındaki büyük alan bütünüyle ana faya bağlı olarak gelişmiş ve içerisinde göl mevcuttur. Üst sistemi fosil bir mağaradır. Altta bulunan ve havzanın sularını toplayan düden, morfolojik bakımdan Tınaztepe mağarasının devamıdır. Tavandaki çatlaklardan sızan sular, içeride gölcükler oluşturmaktadır. Mağaranın sonundaki göl ise büyük boyutludur. Özellikle ilkbahar aylarında kar ve yağmur sularıyla beslenen dere ve yatakları en alt seviyedeki mağaraya ulaşmadan önce sular ; şelale ve devkazanı tipi çok ilgi çekici görüntüler ortaya koymaktadır.
YERKÖPRÜ ŞELALESİ Konya'ya yaklaşık 110 km uzaklıkta Hadim İlçesi sınırları içerisindedir. Şelaleye gidebilmek için Konya'dan Karaman istikametinde giderken sağ tarafda Güneysınır ilçesi tabelası görünür. Güneysınır ilçesini geçdikten sonra Gürağaç kasabasınıda geçip soldaki küçük tabelayı atlamadan şelale yoluna dönülür. Habiller köyünü geçdikten sonra 7-8 km sonra karşınızda 20 mt yükseklikten aşağı akıp akdenize doğru koşan kocaman bir şelale gelir. Şelalenin alt kısmına gitmek, hayati tehlike arzetmektedir. Şelalenin 300-400 mt uzağında küçük bir elektrik santrali bile var. Yer köprü Şelalesi, eşsiz doğal güzelliğiyle istisnasız herkesi büyüleyebilecek muhteşem bir güzelliğe sahiptir. Özellikle Haziran ayı, bu şelaleyi gezmek için en ideal aydır. Bu ayda özellikle zakkumların muhteşem renk cümbüşüne bir çok ağacın çiçekleri de eklenince, şelale tam bir doğa harikası haline gelmektedir Yer Köprü şelalesi, oluşum olarak, eski Göksu yatağı üzerindedir. Göksu Irmağı, burada yaklaşık 30 metre tabana dalmakta, nehrin üzerinde doğal bir köprü bulunmaktadır. Bu köprü şeklindeki yerin etrafı çok yüksek ve kayalarla (yaklaşık300-400 m.) çevrili olmasına rağmen, köprü kısmı oldukça düz ve çok sayıda bitkiyle adeta bir bahçe gibidir. Nehrin 30 metre kadar üstündeki bu köprüde, kayaların dibinden çıkan suyun, nehrin tabana daldığı tünelin çıkışına üstten dökülmesiyle şelale oluşmaktadır. Dolayısıyla şelaleyi oluşturan su, nehirden değil, bu köprü üzerindeki kaynaktan gelmektedir. Dolayısıyla kaynağın suyu yıl boyunca aynı kaldığı için, köprü üzerindeki bitki örtüsüne hiç bir zarar gelmemektedir.
İVRİZ KAYA ANITI Konya’nın Ereğli ilçesine 12 km. uzaklıkta, Halkapınar ilçesi sınırları içerisinde İvriz Suyu’nun kaynak başındadır. Geç Hitit dönemi eseridir. Dünyadaki ilk yazılı tarım anıtı ve dünya tarihindeki ilk yazılı kabartma kaya anıtı olma özellikleri var. Önemi, buradan gelmektedir. Aramileşmiş, Geç Hitit dönemine ait en önemli sanat yapıtlarındandır. MÖ.727-742 yılları arasında, Kral Varpalavas tarafından yaptırıldığı tahmin edilmektedir. 4.20 x 4.20 metre ölçülerinde, kaya zemin üzerine, kabartma tekniğiyle yapılmıştır. Aynı zamanda, Asur ve Frgy etkileri de görülmektedir. Tuvana krallığından, günümüze gelebilmiş bir eserdir. Tuvana krallığı; başkenti Ereğli olan ve ön Hititler tarafından kurulan bir krallıktır. Anıtta; bölgenin kralı Varpalavas ile Tarhundas tasvir edilmiş. Tarhundas; krala göre daha büyük ölçüde, ellerinde üzüm salkımı ve buğday başaklarını tutuyor. Kral ise, daha küçük ve dua eder durumda tasvir edilmiş. Tasvirdeki objelerin giysileri; geç hitit sanatının özelliklerini yansıtmakta. Her iki figürün arasında bulunan, hiyeroglif yazıda: ” Ben hakim ve kahraman Tuvana Kralı Varpalavas; sarayda bir prens iken, bu asmaları diktim, Tarhundas onlara bereket ve bolluk versin” yazılıdır Kral Varpalavas; yöredeki hitit ve luwi kökenli halk için, bu anıtı yaptırırken, tanrı ve kral ilişkilerini simgesel olarak gözler önüne sermiştir. Ayrıca, anıt dönemine ait olarak, burada yetiştirilen üzüm ve buğday hakkında bilgi vermesi bakımından ilginçtir.
EFLATUN PINARI Eflatun Pınarı, Hititler Dönemi'nde yapılmış kutsal su anıtıdır. Beyşehir'e 22 km. mesafededir. Anıt, göğü taşıyan ve yerle gök arasında ilişki kuran tanrıları tasvir etmektedir. Pınar hafif dalgalı bir yerde kalkerden, yassı bir tepenin eteğindeki yaklaşık yüz metrekarelik bölümden kaynar. Abide, Ereğli'deki meşhur İvriz Kabartması'nı da andırır. Kuzeyde yüzünü pınara doğru çevirmiş muhteşem bir abide vardır. 7 metre eninde ve 4 metre yüksekliğindeki abide, 14 muazzam taştan yapılmıştır. Hitit dönemine ait olup, oldukça önemlidir. Anıt biçimine bakılarak IV. Tudhaliya dönemine tarihlenmektedir. Eflatunpınar, bütün Anadolu'ya yayılmış bulunan eski Anadolu stilindeki, yani 'Hitit sanatı taklidi' tarzdaki anıtlardan biridir. Kuzeye dönük yapılan eserin batı tarafında, yerden bir kaynak suyu fışkırıyor ve önün kesilen su küçük gölü meydana getiriyor. Gölün üzerinde 14 lahit boyundan oluşan bir cephe yükseliyor (7.02x3.30 metre). Enflatunpınar'da işlenen temada, bereket sembolü sayılan toprak, su ve güneşin ön plana çıktığı görülür. Anıt, kült yeri özelliği taşımaktadır. Bir süre burada yaşadığına inanılan ünlü Eflatun'dan dolayı bu adı aldığı sanılmaktadır. Adı verilirken renginden esinlenmiş olması ihtimali daha güçlüdür.
ILGIN KAPLICALARI Konya-Afyon yolunun 90.km'sinde yer alan Ilgın ilçesindedir. İki ayrı dönemde yapılan kaplıcanın ilk defa 1236 miladi yılında 1 . Alaedddin Keykubat döneminde ikinci Defa ise 2.Gıyaseddin Keyhüsrev zamanında Sahip Ata Fahrettin Ali tarafından miladi 1267 yılında yaptırıldığı anlaşılmakladır. Romalılar, Bizanslılar, Selçuklular ve Osmanlılar tarafından bu şifalı sular kullanılmış ve çeşitli tesisler kurulmuştur. 42 derece olan yeraltı suyu hiçbir işleme tâbî tutulmadan kullanıma sunulmaktadır. Bu nedenle şifa özelliği yüksektir. Renksiz ve kokusuz tabiî lezzetinde; felç, siyatik, göz, cilt, sinir, böbrek ve kadın hastalıkları ile romatizmaya iyi gelmektedir. 16x20 metre ölçüsünde olan kaplıca yaklaşık doğu- batı istikametinde uzanmış ve birbirine bitişik iki hamamdan ibarettir. Doğu cephesinde kubbeli erkek ve kadınlara (ayrı ayrı binalarda) hizmet veren kuzey-güney yönünde uzanan 1968 tarihinde Ilgın Belediyesi tarafından yapılan ve işletilen 3. bir kaplıca binası bulunmaktadır. Kaplıcanın kadınlar kısmına kuzeyden yanları iki duvarla kapalı bir revakla girilir.üç sivri kemerle revak’ın üstü ortadaki daha büyük yanlardaki oval üç kubbe ile örtülüdür.Kubbeler,önde iki serbest ayağa arkada duvarlar bitiştirilmiş taş ayaklarla , yanlarda duvar ile birbirine bağlı esas ve tali kemerler vasıtası ile desteklenmektedir. Revak cephesi, ayak ,kemer ve kubbeleri sıvalıdır.Cümle kapısı 40 cm eninde profilli bir çerçeve ile süslenmiştir.Bir boşluktan sonra üzeri büyük kubbe ile örtülü olan soyunma mahalline girilir,kubbenin ağırlıkları köşelerde üçgenler yardımı ile duvarlara aktarılmakta ve eteğinde profilli süslemeler mevcuttur.Buranın aydınlatılması cümle kapısının üzerindeki pencere kubbe merkezindeki aydınlık deliği ile sağlanmaktadır. Soyunma mahallinden bir kapı ile 8,30x8,45 m ölçüsünde sıcaklık havuzlarına girilir,buranın özellikleri de dış kısımdaki özelliklerin aynısıdır, aydınlatılması güneye açılan bir alt pencere ve kubbe merkezindeki yuvarlak ışıklık ile sağlanmıştır. Kadınlar kısmının doğusuna bitişik kaplıcanın ikinci kısmı erkekler bölümüdür, kadınlar kısmının mimari özelliklerini taşımasına rağmen havuzlu kısmın aydınlatılması kubbede 8 adet ışık gözleriyle sağlanmaktadır
EŞREFOĞLU CÂMİİ Beyşehir şehir merkezinde olup en eski Selçuklu Beylik dönemi yapılarındandır. Selçuklu Hakanı Sultan Sancar'ın emri ile 1134 yılında yaptırılmış, daha sonra Eşrefoğlu Süleyman Bey tarafından 1297 yılında bugünkü şekliyle yeniden inşa edilmiştir. Halen ibadete ve ziyarete açıktır. 7 asırlık cami, taş, tuğla, çini ve renkli boyama gibi birçok süsleme sanatının bir arada ve yoğun olarak kullanıldığı tek ahşap cami olması nedeniyle Türk mimarlık tarihinde özel bir yeri vardır. Eşrefoğlu Süleyman Bey tarafından 1297-1299 yılları arasında yaptırılan Eşrefoğlu Camii, ahşap direkler üzerine oturtulan düz tavanlı camilerin en büyüğü olarak biliniyor. Caminin ahşap olmasına rağmen 7 asır çürümeden ayakta kalabilmesinin sırrının bugün bile bilinmediği caminin önemli özelliklerinden biri de, ortasında bulunan, 4-5 metre derinliğindeki "karlık" denilen kuyudur. Karlığın, caminin çürümesini önlemek amacıyla yapıldığı sanılmaktadır. Karlığa dolan karın yavaş yavaş erimesiyle, nemin, caminin içind
FASILLAR ANITI Dünya'nın en büyük kaya anıtlarından biridir ve Hititler döneminden kalmadır. Fasıllar Anıtı, Büyük Tanrı'yı bir dağ tapınağında iki arslan arasında gösterir. Fasıllar anıtı Konya'nın Beyşehir İlçesi'ne bağlı, Fasıllar Köyü'nün güneyine düşen, bir tepeciğin batı eteğinde yatmaktadır.2.25 x 2.75 x 8.30 metre boyutundadır. 72 ton ağırlığında dev bir kayanın 20 m2'lik bir yüzüne oyulmuş olan üst üste iki Tanrı ile alttaki Tanrı'nın iki yanında bir çift aslan kabartmasından oluşmaktadır. Hitit Kralı Muvattali'nin yaptırdığı Fasıllar anıtı büyük Tanrıyı, bir dağ tapınağında iki aslan arasında gösterir. Anıtın üzerinde bir tanrı, iki aslan ve birinci tanrıdan daha önemsiz olan ikinci bir tanrı bulunmaktadır. Tanrı bir ayağını aslan üzerine, diğer (sol) ayağını dağ tanrısı üzerine basmıştır. Dağ tanrısının hemen yanında diğer aslanın benzeri olan, ikinci bir aslan tasvirine de yer verilmiştir. Anıtın bazı yerlerinin ayrıntılı işlenmemiş olması, bazı yerlerinin ise çok kaba işlenmiş olması, uzaktan görülebilecek bir yere dikilmek üzere hazırlandığını göstermektedir. Yöre halkının, Kurtbeşiği dediği bu dev heykelin bölge turizmi açısından önemli bir yeri vardır. Anıtların bulunduğu bölgede, gelen turistlere yönelik bir tesisin bulunmaması büyük bir eksikliktir. Yaklaşık 3 bin 500 yıllık geçmişi bulunan Fasıllar Anıtı, Hititliler ile Mısırlılar arasında yaşanan Kadeş Savaşı'nı Hitit Kralı Muvattali'nin bakış açısı ile gözler önüne seriyor. M.Ö. 1243 yılında Hititliler ile Mısırlılar arasında yapılan ve her iki tarafın da birbirine üstünlük sağlayamadığı Kadeş Savaşı, tarihin önemli dönüm noktalarından birisiydi. Savaş sonrası Hitit Kralı Muvattali ve Mısır Firavunu 2. Ramses arasında yapılan Kadeş Barış Antlaşması tarihteki ilk yazılı anlaşma niteliğindedir. Fasıllar Anıtı bu tarihi olayı Hititlilerin perspektifinden anlatmak amacıyla inşa edilmiş. Fasıllar Anıtının benzeri şu anda Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesinde sergilenmektedir
KİLİSTRA ANTİK KENTİ Konya'ya 55 km. mesafedeki Gökyurt köyündedir. Aziz Paulos (St.Paul), seyahatleri sırasında uğradığı Anadolu kentlerinden LYSTRA'ya 15 km. mesafede aynı dönem ve kültürün hüküm sürdüğü Kilistra köyü, ünlü kral yolu üzerinde olup Iconion (Konya), Psidia Antiochia (Yalvaç) arasında bulunmaktadır. Halen arkeoloji ve temizlik kazısı devam etmektedir.
KUBAD-ABAD SARAYI - BEYŞEHİR Kubad-Âbâd Selçuklu Sarayı, Beyşehir'in batısında 60 km. mesafededir. I.Alâaddin Keykubad tarafından inşa ettirilmiştir. Arkeolojik kazılar hâlen devam etmekte olup, bulunan çini ve diğer eserler Karatay Müzesi'nde sergilenmektedir. İbrahim Hakkı Konyalı ve Prof. Dr. Osman Turan'ın, sarayın Beyşehir civarında olması gerektiğine işaret etmelerinden sonra 1949 yılında Konya Müze Müdürü Zeki Oral Kubad-Abad'ın yerini bulmuştur. Yapılan kazı çalışmalarında, Kız Kalesi'ndeki ana yapı ile insitu çiniler hamam kısmı ve kıyıdaki saray külliyesinin önemli birimlerinden Küçük Saray'ın çevresindeki mimari kalıntılar açığa çıkarılmış; ayrıca, Malanda Köşkü'ndeki sondaj ile yapının mevcut kısmının planı ortaya konmuştur. Kazılarda Selçuklu Dönemine ait çok sayıda çini, seramik, alçı, cam ve sikke bulunmuştur. Küçük Saray'ın çevresindeki Selçuklu tabakasının altında ise, Eski Çağa ait kalıntı ve küçük buluntular tespit edilmiştir.
İNCE MİNARE MÜZESİ Selçuklu mimarîsinin tipik örneklerinden olan Medrese, “Taş ve Ahşap Eserleri Müzesi” olarak ziyarete açılmıştır. Selçuklu Sultanı II.İzzeddin Keykâvus zamanında Vezir Sâhib Atâ Fahreddin Ali tarafından 1258-1279 tarihlerinde yaptırılmıştır. Mimarı, Keluk b. Abdullah’tır. 1956 yılında müze olarak açılmış olup, halen Beylik, Selçuklu ve Osmanlı Dönemlerine âit taş ve ahşap eserler sergilenmektedir. Müzede Selçuklu ve Karamanoğlu Devrine ait taş ve mermer üzerine oyma tekniği ile yazılmış inşa ve tamir kitabeleri, Konya Kalesi'ne ait yüksek kabartma rölyefler, çeşitli ahşap malzemeye oyma tekniği ile yapılmış geometrik ve bitkisel motiflerle bezenmiş kapı ve pencere kanatları, ahşap tavan göbeği örnekleri ve mermer üzerine işlenmiş mezar şahidesi ve sandukalar teşhir edilmektedir. Başkenti Konya olan Selçukluların sembolü çift başlı kartal ve kanatlı melek figürlerinin en güzel örnekleri de bu müzede sergilenmektedir.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Post Bottom Ad

Pages